Bir Ara - (2/2)
Tekrardan merhaba. Bir onceki yazıda buraya neden yazı atmadığımdan bahsetmişim. Uykulu olduğumu ve bu yüzden derslerden kırık not aldığımı ama bunu umursamadığımı çünkü bunun elimde olmadığını söylemişim. Ardından, “elimizde olmayan sorunlar hakkında endişelenmeme”nin felsefesini yapmıştık. Spinoza ve Kant’a atıfta bulunmuştuk. Şimdi, kendimi anlatırken bıraktığım yerden devam edeceğim. Yani şu sorularla: Peki sonra ne oldu? Hala uykulu muyum?
Bir yerden sonra “Bu böyle olmaz/gitmez.” dedim çünkü notlarım düşmüştü. Annem ve ben doktorla görüştük. Uykuya neden olan ilaç değiştirildi. Bu ilacı sabah almam gerekiyordu. Öğlen aldığımı da akşama çekmiştim. Bu sefer uyumakta pek başarılı olamıyordum. Sonra aklıma bir fikir geldi: Bütün ilaçlarımı ve takviyelerimi sabah ve öğlen almak. Böylece, gün içinde normal veya enerjik olup akşam geldiğinde uykumun geleceğini düşünmüştüm. Belli ki pek öyle olmamış çünkü doktora yeniden gittiğimizde akşamları uykumun gelmediğini veya zor uyuduğumu söylediğimi hatırlıyorum. Gece gece uyanıyordum ve sabaha kadar uyuyamıyordum/uyumuyordum. Bu sefer de önceki gibi uykululuktan değil, uykusuzluktan uykum geliyordu. Yani, önceden uykuya çok fazla ihtiyaç duyduğum için uykum geliyordu ama bu sefer gece iyi uyuyamadığım için uykum sabah geliyordu. Böylece doktor, uyku için bir ilaç daha yazdı. Ondan sonra uykularım düzene girdi. Aşağı yukarı genellikle aynı saatlerde yatmaya ve aynı saatlerde kalkmaya başladım. Çok fazla ya da çok az uyumuyordum, kararında gibi uyuyordum. Gün içinde uykulu olma hali azaldı. Bu düzen hali Ramazan Bayramı tatilinde biraz bozuldu, biraz mutsuz oldum ama bunun nedenleri farklı, o konuya girmiyorum. Sonra ODTÜ’me tekrar geldim. Eski düzenime döndüm. Bir süredir pek ders çalışmıyorum, iki gecedir biraz az uyudum ama bunu telafi etmek için bu sabah biraz uyudum bölük pörçük de olsa. Uykulu değilim. İyiyim, mutluyum. Hatta iyi hissetmek bana garip geliyor çünkü kötü hissetmeye çok alışmışım. Arkadaşlarım bana “Nasılsın?” diye soruyor ve onlara “İyiyim.” diyorum. Bu biraz değişik çünkü ben nadiren iyi olan biriydim, bana nasıl olduğumu sordukları zaman iyi olduğumu söylemezdim çünkü iyi değildim. Şimdi böyle iyi olmak, hayata devam edebilecek güce sahip olmak garip. Buna hala alışamadım.
Burada durup felsefe yapmaya girişeceğim çünkü artık bugüne geldik. Felsefesini yapmak istediğim nokta ise önceki yazımda olduğu gibi bu yazının son kısmından bir cümle: “İyi hissetmek bana garip geliyor çünkü kötü hissetmeye çok alışmışım.”.
“Kötü hissetmeye alışmak” ifadesi bende iki tane çağrışım yaptı: (1) Öğrenilmiş çaresizlik ve (2) Ursula Le Guin’den “The Ones Who Walk Away From Omelas” (Omelas’tan Kaçanlar) isimli hikaye.
Öğrenilmiş çaresizlik
Bunu anlatmak için Hikmet Anıl Öztekin’in kitaplarından birinden bir örnek vereceğim. Sanırım o da bilimsel bir araştırmayı paylaşıyordu bu örnek yardımıyla. Örneğimiz şu: Bir ya da birkaç tane böceği -ama bunların zıplayan böcek olması lazım- cam bir yere hapsederler. Üstteki cam oynatılabilir ve daha yükseğe çekilebilir. Şuanda üstteki cam mekanı tam olarak kapatıyor. Böcekler zıplıyor ama dışarı çıkamıyor ve bir süre sonra zıplamayı bırakıyor. Sonra üstteki camı daha yükseğe kaldırıyorlar. Böcekler dışarı çıkabilir ama hiçbiri zıplamıyor. Neden? Bunu amiyane bir tabirle söyleyeceğim: “Zaten çıkamayacağız, niye uğraşalım ki?” diyor böcekler içlerinden. Mekandan çıkamadıklarını gördüler, mekandan çıkamayacaklarını anladılar, mekandan çıkamayacaklarını öğrendiler. Hatta benim rasyonalizmime göre şöyle oldu:
Öncül 1: Yaşamak için dışarı çıkmamız gerekiyor.
Öncül 2: Dışarı çıkabilmek için zıplamamız gerekiyor.
Öncül 3/Sonuç 1: Yaşamak için zıplamamız gerekiyor.
**Zıplarlar
Öncül 4: Zıpladığımızda dışarı çıkamıyoruz. (Aklın deneyime tepkisi)
Öncül 5: Zıpladığımızda dışarı çıkamıyoruz. (Aklın deneyime tepkisi)
Öncül 6: Zıpladığımızda dışarı çıkamıyoruz. (Aklın deneyime tepkisi)
.
.
.
Sonuç 2: Asla dışarı çıkamayacağız (Tümevarım ile). (Aklın deneyime ürettiği çare)
Aklın ulaştığı bu ikinci sonuç, üstteki camın yukarı kaldırılmasıyla geçerliliğini yitiriyor ama yine de böcekler dışarı çıkmıyor. Böcekler belki de yukarıyı göremediği için dışarı çıkmıyor diyebiliriz ama ya biz insanlar? Şartlar değişse de aklımızın ürettiği o ilk çareye tutunmaya devam mı edeceğiz? O ilk çarenin şartlar değişince de geçerli olduğunu nereden biliyoruz? Dahası; bu çareye böcekler gibi tümevarımla mı, yoksa tümdengelimle mi ulaştık? Eğer çareye tümevarımla ulaştıysak bu çare yeni şartlar altında ne kadar güvenilir? Çareye tümdengelimle ulaştıysak ama çare yine de işe yaramadıysa öncüllerimizde mi, yoksa sonuca ulaşma biçimimizde mi hata var? Bu soruları cevaplamayacağım ama aklıma, tümevarımın güvenilirliği hakkında bir yazının başlığı geldi: “Deductively Definable Logics of Induction” (Tümevarımın, Tümdengelimsel Şekilde Tanımlanabilir Mantığı). Yazının bağlantısı buraya ekliyorum, isteyen ve İngilizce bilen onu okuyabilir -yazıyı kendim okumadım ama başkalarına öneriyorum-: https://sites.pitt.edu/~jdnorton/papers/deduct_defin_final.pdf
Omelas’tan Kaçanlar: https://files.libcom.org/files/ursula-k-le-guin-the-ones-who-walk-away-from-omelas.pdf
Hikayeyi size kısaca anlatayım. Omelas diye bir şehir vardır. Orada herkes mutludur. Biz mutluluğun cehaletle birlikte var olduğunu düşünürüz: “Cehalet mutluluktur.” ama Omelas’taki insanlar basit insanlar değildir. Tamam; telefonları, uçakları falan yoktur ama bizden daha az kompleks değillerdir. Gerçekten mutlulardır ve hatta yazar bu mutluluğu anlatmak için “Omelas nasıl anlatılabilir ki.” der. Ne yazık ki Omelas’ta mutlu olmayan tek bir insan vardır. Bu, bir çocuktur. Çocuğun cinsiyetini bilmiyoruz. Kendisi şehirdeki kamu binalarından birinin bodrumunda ya da belki özel geniş evlerden birinin mahzeninde yaşamaktadır. Çıplaktır. Altı yaşlarında gibi görünmektedir ama yaklaşık on yaşındadır. Aklı zayıftır, belki kusurlu doğmuştur veya belki de korku, yetersiz beslenme ve ilgisizlik yüzünden zekası gerilemiştir. Odada birkaç paspas ve paslı bir kova vardır. Çocuk, bunların en uzağındaki köşede oturmaktadır. Gözlerini kapatır ama yine de bilir ki paspaslar hala oradadır ve kapı kapalıdır ve kimse gelmeyecektir. Kapı her zaman kapalıdır ve hiç kimse gelmeyecektir, bazen -çocuk bunun zamanını veya gelme aralığını anlamamaktadır- kapı ürkütücü bir şekilde tıkırdar ve açılır ve içeri bir ya da birkaç insan gelir. Bunlardan biri gelip çocuğun kalkması için ona tekmeyle vurur. Diğerleri asla yakına gelmez ama içeri, korkmuş ve iğrenmiş gözlerle girerler. Yemek tası ve su sürahisi aceleyle doldurulur, kapı kilitlenir, gözler kaybolur. Kapıdaki insanlar asla bir şey söylemez ama çocuk, her zaman o odada yaşamamıştır ve günışığını ve annesinin sesini hatırlar, bazen konuşur, “İyi olacağım,” der. “Lütfen dışarı çıkmama izin verin, iyi olacağım!”. Asla cevap vermezler. Çocuk, geceleri yardım için bağırırdı ve ağlardı ama artık bu, bir çeşit sızlanmaya dönüşmüştür ve çocuk, daha az ve daha az konuşmaktadır. O kadar zayıftır ki onun bacaklarında hiç kas yoktur, karnı dışarı çıkmaktadır, günde yarım tas yağlı mısır unu ile hayatta kalmaktadır. Çıplaktır, kaba etleri ve kalçaları, sürekli kendi dışkısında oturduğundan, iltihaplanmış birer yara kümesidir.
Şehir halkının hepsi, çocuğun orada olduğunu bilir. Onu gören genç insanlar eve sık sık gözyaşlarıyla veya gözyaşsız bir öfkeyle gider çünkü bir kural vardır: Çocuğa, nazik olsa dahi tek bir söz edilmeyecektir. Bunun da sebebi şudur: Eğer çocuk; o iğrenç yerden alınsa, temizlense ve beslense bu gerçekten iyi bir şey olurdu ama bu yapılsaydı, o günde ve o saatte Omelas’ın bütün refahından, güzelliğinden ve sevincinden hiçbir şey kalmazdı, bunların hepsi yok olurdu. Omelas’taki bütün insanların iyi olma halini ve zarafetini, bu tikel ve küçük gelişme için değiştirmek. Binlerce insanın; mutluluğunu, bir kişinin mutlu olma ihtimali için çöpe atması. Gençlerin eve gözyaşıyla gitmelerinin bir sebebi de bu paradoksla yüzleşmeleriydi. Bunun üzerine haftalarca veya yıllarca kara kara düşünürlerdi ama zaman geçtikçe şunu fark ederlerdi: Çocuk serbest bırakılsa bile kendi özgürlüğünden pek fazla yararlanamazdı, sıcaklığın ve yiyeceğin sayesinde oluşan küçük ve belirsiz bir zevk parçası, kuşkusuz, ama bundan daha fazlası değil. Herhangi gerçek bir zevki bilemeyecek kadar aşağılanmıştı ve aklı zayıflamıştı. Korkudan özgürleşemeyecek kadar uzun süre korkmuştu. Alışkanlıkları, insanca davranışlara cevap veremeyecek kadar kabaydı. Aslında; çok uzun süre böyle yaşadıktan sonra -onu koruyan duvarlar, onun gözlerinin alıştığı karanlık ve içinde oturduğu kendi dışkısı- bunlar olmadan perişan bir hale gelirdi.
Felsefesini yapacağımız yeri söyledim ama hikayenin isminin anlamlı olması için hikayeyi bitireyim. Çocuğu görenlerden bazıları eve gözyaşlarıyla veya öfkeyle gitmezdi. Aslında, eve hiç gitmezlerdi. Bazıları da bir iki gün sessiz kalırdı ve evden ayrılırdı. Yürümeye devam ederlerdi ve şehirden ayrılırlardı. Geri dönmezlerdi. Onların nereye gittiğini yazar da bilmiyor ama onlar biliyor gibi görünüyor, Omelas’tan kaçanlar.
(Kısaca dedim de uzun sürdü ya.)
“Korkudan özgürleşemeyecek kadar uzun süre korkmuştu.”: Burada çocuğun kendisinin bir yargısını değil, toplumun onun için belirlediği yargıyı görüyorum. Çocuk, oradan çıkınca iyi olacağını söylüyor; belli ki henüz geri döndürülemeyecek derecede yıpranmamış, henüz ölene dek çaresiz olduğu kanısına varmamış, henüz öğrenilmiş çaresizlik yaşamıyor, orada hala bir parça da olsa umut var. Bazı insanlar çocuğun bu sefil halini görmezden gelemiyor ve ağlıyor, kızıyor, şehirden ayrılıyor. Birçoğu ise bunu bile bile şehirde yaşamaya devam ediyor. Üstelik, “Bu çocuğu dışarı çıkarsak bile o artık düzelmez.” diyorlar ama çocuk, kendisi hakkında öyle düşünmüyor. Burada toplumun çocuk hakkındaki yargısı ile çocuğun kendi hakkındaki yargısı arasında zıtlık görüyorum. Çocuğun, toplumun yargısını bilip bilmediğini bilemiyoruz ancak biliyoruz ki toplum, çocuk hakkındaki yargısını gerçeğe dönüştürüyor. Yani, çocuk hala umutlu olmasına rağmen toplum onun umudunu köreltiyor. Kendi yargısını çocuğa dikte ediyor fakat çocuk, farklı düşünüyor. Toplumun çoğu da çocuğa “Dışarıya çıkarsan gerçekten iyi olacak mısın?” diye sormuyor, onu bir birey olarak kabul etmiyor, onun beyanını -iyi olacağım- önemsemiyor. Burada birkaç tane sorun görüyorum:
Toplumun; bir kişiye o kişinin beyanıyla değil, kendi varsayımlarıyla davranması
Toplumun; kişinin beyanını görmezden gelmesi, önemsememesi
Toplumun, gerçek olmayanı gerçek gibi kabul etmesi ve gerçeğe dönüştürmesi (Podcast önerisi: https://open.spotify.com/episode/2izYeVodUKad9TLKZromcIsi=MfS7x4TkSBq7mJDdCXZtrA)
Toplumun, kişilerin umudunu köreltmesi
Toplumun; kişiyi özerk/bağımsız bir birey olarak kabul etmemesi, değerli görmemesi
Bunların hepsi, kişiyi öğrenilmiş çaresizliğe iter. Kişi, çareyi/çareleri hala görmektedir ama toplum, bu çarelerin yollarını kapatmaya başlar. Devlet, kendi kanunları namına aklın kanunlarını çiğner ve böylece insanların düşündüğü çarelere giden yolları kapatır. İnsanların intihara sürükleyen sebeplerden biri belki de budur: Bütün çarelerin kapatılmış olması. “Gerçekten bütün çareler kapatılmış mıdır?” diye de sorulabilir tabii, bir Müslüman olarak, ama en azından, kişi tarafından görülebilen tüm çareler kapatılmıştır, denebilir.
Bu yazının konusu “Öğrenilmiş Çaresizlik” oldu. Tümevarımın güvenilirliği sorgulandı. Toplumun/devletin bazı sorunları belirtildi, bu sorunların intihara sürükleyebileceği psikolojik tespitinde bulunuldu. Bu yazıdan çıkaracağımız dersler ise şunlar:
Tümevarıma koşulsuz şekilde güvenmeyin.
Kişileri özerk/bağımsız bir birey olarak görün. Bütün insanlara ve o insanların beyanlarına değer verin.
Yalanı hakikatmiş gibi sunmayın.
İnsanların çarelerini kapatmayın.
Çaresine tümevarımla ulaştığınız koşullar değiştiğinde çarenin geçerliliğini tekrar değerlendirin.
Bence, Omelas hikayesi için, bin kişi kendi mutluluğunu tek bir kişi için feda etseydi bu; bir kişinin, bin kişinin mutluluğu için acı çekmesinden daha etik olurdu çünkü daha fedakar olurdu. Etik dersini ikinci kez alıyorum ama ikisinde de bu fikrimi hocama söylemedim, bari buradan söyleyeyim. Tabii devlet varsa işler değişir; bir kişinin bin kişi için kendi mutluluğundan biraz feragat etmesi, bin kişinin bir kişi için acı çekmesinden yeğdir.
Bu yazıyı burada bitireyim. Uzun bir yazı oldu. Umarım hoşunuza gitmiştir. Bir sonraki yazıda önceki dönemden kalan Leibniz’den devam etmek istiyorum. Görüşmek üzere!